Türk Hasta

Sevr Sendromu, yüzyılı aşkın bir süredir Türkiye’yi ve özellikle de dış ve güvenlik politikalarını yorumlamak için kullanılır. 1920 anlaşması Mustafa Kemal’in ulusal hareketi tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiş ve nihayetinde 1923’te çok daha iyileştirilmiş Lozan Antlaşması ile değiştirilmiştir. Yine de Sevr’in gerçekleşmemiş hükümleri, 1914 öncesi Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük bir bölümünü işgal eden köhne bir devletin travmatik bir vizyonunu ortaya koyar. Sevr Sendromu’nun belirtileri arasında toprakların parçalanması korkusu ve Batılı güçlerin entrikalarına karşı duyulan şüphe yer almaktadır.

Sevr trajedisini anmak ve Lozan zaferini kutlamak Kemalist ulus inşası projesinin ayrılmaz bir parçası. Sevr Sendromu, izolasyonist ve içe dönük, dış güçlere şüpheyle bakan ve dış maceralara temkinli yaklaşan yeni Cumhuriyet’in güvenlik algılarını ve stratejik tercihlerini büyük ölçüde şekillendiriyordu. Bu arada, Türk siyaseti ve toplumundaki bazı paralel dinamikler başka bir sendromun, Lozan Sendromu, ortaya çıkmasına neden oldu.

Sevr Sendromu gibi Lozan Sendromu da 1920’lerin başında Türk toplumunun saltanat ve hilafetin kaldırılmasına karşı çıkan muhafazakâr ve milliyetçi kesimleri arasında ortaya çıkan düşünsel ve psikolojik bir olgudur. Daha da önemlisi, Lozan Sendromu bu grupların Lozan Antlaşması (1923) ile ilgili yaşadıkları hayal kırıklığını yansıtır. Türkiye için Sevr’den önemli ölçüde daha iyi olmasına rağmen, Lozan’ı Misak-ı Milli’de vazgeçilemez olarak tanımlanan toprakların (Kuzey Suriye ve Irak dahil) çok büyük bir kısmını feda eden tarihi, acı verici ve adaletsiz bir uzlaşma olarak görürler.

1920’lerin başındaki Lozan karşıtı duygular, milliyetçi-İslamcı aktör ve gruplarla ilişkili siyasi-ideolojik akımlarda günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Bu gruplardan biri, bugün iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) içinden çıktığı Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş Hareketi. Mevcut Türk liderliği içindeki popüler ve elit inançların yanı sıra siyasal İslamcı harekete dayanarak, AKP’nin İkinci Grup’un uzaktan torunu olduğu iddia edilebilir. Bu siyasi grup, kuruluşundan (1920) kısa bir süre sonra 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulmuş ve Lozan görüşmeleri, saltanat ve hilafet konuları da dahil olmak üzere Atatürk’ün Birinci Grubu’na muhalefet etmiştir.

Lozan Sendromu, Sèvres’den kaynaklanan güvensizliğin devamı niteliğindedir. Lozan’ı ikinci Sèvres Antlaşması olarak tanımlar ama yine de Sèvres sendromundan ayrı bir paradigmadır.

Lozan Sendromu hem seçkinlerin inanç ve algıları düzeyinde, hem de belirli politikaları yönlendirerek ya da kısıtlayarak karar alma süreçlerini etkileyen ulusal güvenliğe ilişkin kolektif varsayımlar ve beklentiler arasında kendini gösterir. Lozan Sendromu’nun beslediği stratejik kültür, daha iddialı ve revizyonist bir Türk dış politikasına işaret ediyor: Osmanlı İmparatorluğu’nun cazibesini ve etkisini uluslararası düzeyde geri kazanmak ve içeride daha muhafazakâr bir durumu yeniden tesis etmek isteyen bir politika. Dolayısıyla Erdoğan’ın Lozan Antlaşması’nın yüzüncü yıldönümü olan 2023’te “Yeni Türkiye”nin açılışını yapmak istemesi hiç de şaşırtıcı değil. Son birkaç yılı dikkate alacak olursak Yeni Türkiye Kemalist geçmişinden daha kopuk ve otoriter olacağı iddia edilebilir.

RECEP T. ERDOĞAN VE NECMETTİN ERBAKAN, KAYNAK: ENSONHABER.COM

Bu açıdan bakıldığında, AKP ve Erdoğan yönetimindeki (dış) politika, kısmen tarihsel olarak rövanşist ama aynı zamanda daha önce egemen olan Kemalist paradigmadan karşı-devrimci bir kaymanın ürünüdür. Bu politikanın ideolojik yönü mitlere ve metafizik anlatılara dayandığı ölçüde, Türk stratejisi iç siyasi-ideolojik zorunlulukların rehinesi haline geliyor ve bazen irrasyonel politika tercihlerine evriliyor. Bu eğilimler hem ülke içindeki kutuplaşmayı hem de bölgesel güç kaymalarını beslemekte.

Lozan Sendromu’nun etkisinin 2016’daki başarısız darbeden sonra Erdoğan’ın karar alma gücünün çoğunu kendi elinde toplamasıyla daha da belirgin hale geldiğini gördük. Olağanüstü hâl (2016-2018) ve anayasa değişiklikleri Erdoğan’ın süper başkan olduğu bir başkanlık sisteminin kurulmasına izin verdi. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Lozan Antlaşması’nın getirdiği jeopolitik statükoyu açıkça sorgulamaya başlaması ve defalarca antlaşmanın gözden geçirilmesi ya da güncellenmesi çağrısında bulunması da aynı döneme denk gelir.

Hiçbir düşünsel ya da psikolojik olgu bir ülkenin dış politikasını bütünüyle açıklayamaz. Yine de Lozan Sendromu, merkezi bir siyasi sistemi, dış politika sonuçlarını şekillendiren baskın bir çerçeveyi ve algılar kümesini yansıtmaktadır. Bu tür söylemler sadece popülist hedeflere hizmet etmekle kalmaz, aynı zamanda ilgili eylemlere de ilham verir.

Yazar: Zenonas Tziarras
Çeviri: Sevde Bolat

The article was first published on The Lausanne Project.

Leave a Reply